Perşembe, Eylül 11, 2025

Şiirimizin İzinde

Şiirimiz, yüzyıllar boyunca halkımızın ifade biçimi olarak kendisine varlık alanı bulmuştur. Milletimiz; ilahi ve beşeri muhabbetlerini, kahramanlarını ve bütün kederlerini şiire açmıştır. Şiirle kalbi arasında köprüler kurmuştur. Her ne kadar edebiyat tarihlerinde gördüğümüz kriterlere göre bir okuma yapılıyorsa da 19. asırdaki edebî hareketlilikler bizi köklü şiir geleneğimizden uzaklaştırmamalı kanaatindeyim. Böyle oluyordur demek tabi ki çok keskin ve asılsız bir ifade olur. Modern şiir bağlamında düşünmeye çalışıyorum. Böyle düşününce çaresizce şu soruyu sormamak elimde olmuyor: bugün gelenekle irtibatımız bir nebze olsun kaldı mı?

Edebiyatımızda bazı kelimeler vardır ki kökleşmiş ve terimleşmiştir. Bunlardan birisi bence mektep kelimesidir. Benim de yeri geldiğinde kullanmayı çok sevdiğim bu ifade edebiyatımızda ne güzel bir yer bulmuştur kendine. Yahya Kemâl mektebi diyoruz değil mi? Yahya Kemâl, edebî-fikrî anlamda öyle kudretli bir çığır açmıştır ki, edebiyatımızdaki “mektep şahsiyetlerden” biri olmuştur. Onun açtığı çığırlara basan ve o izleri bırakmayan nice kıymetli şahsiyetler gelip geçmiştir. En az mektep kelimesi kadar anlamı ve kapsamı geniş bir diğer ifade de gelenektir. Bu kelimenin geçmediği tarihî-edebî bir metin düşünemiyorum. Peki gelenek dediğimizde neyi kast ediyor ve anlatmak istiyoruz. İşte burası çok kritik. Bu ifadeyle açmaya çalıştığımız birçok konunun daha da kapalı bir hâle dönüştüğünü hissediyorum. Çok kez şöyle şeyler duyarız, “geleneği devam ettiren şâir” veya “gelenekten beslenen yazar” vs. Günümüz edebiyat faaliyetlerini gözümün önüne getirdiğimde böyle ifadelerin karşılığının zayıfladığını görüyorum. Başka bir deyişle, gelenek dediğimiz şey kendi içerisinde de yeni bir gelenek doğurmuştur. Geleneğin kendi üslubu ve anlatım biçimi oluşmuş zaman içinde. Biz oluşan bu anlatım biçimlerine göre geleneği tarif ediyor ve kişileri ona göre konumlandırıyoruz. Hatta bazen konumlandıramıyoruz. Mesela Hüseyin Rahmi Gürpınar; Tanzimat, Servet-i Fünun, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini yaşamış bir isim. Fakat onu hangi topluluğa katabiliriz? Zannım odur ki hiçbirine. Kendisini her zaman mesafeli bir yere konumlandırabilmiş bir şahsiyettir.

Genç Kalemler Dergisi 1910-1912

Artık edebî birikimin gelenekten taşıp bugünün tam da ortasına düşme vakti geldi ve geçiyor. Hangimiz elimize aldığımız bir derginin içerisinde aruzla yazılmış bir şiire rastlıyor? Öyle ki böyle bir şiirle karşılaşma ihtimalimizin çok zayıf olduğunu da peşinen biliyoruz. Bu durumun arkasında yatan birçok sebep de vardır şüphesiz. Ancak ben bir tanesini söylemekle iktifa etmek isterim: Edebiyat dergileri. Evet, yanlış duymadınız. Ben de çok kez heceyle şiir yazma temayülleri içerisine girmiş biri olarak her defasında bu yoldan geri döndüm. Yine bir nebze olsun heceyle yazanlara yumruğumuzu çok sıkmıyoruz ama aruzla yazmak kabul edilebilir mi! Aruzla veya heceyle yazmak isteyenler elbette ki yazabilir fakat benim fark ettiğim kadarıyla durum biraz karışık. Çağın dili şeklinde başlayan ve ortaya atılan düşünceler ister istemez aruzla şiir yazmanın çağ dışı bir şeymiş gibi olduğunu hissettiriyor. Hatta şunu kendimize bir soralım: gül-bülbül edebiyatı diye diye klasik şiiri modern şiirden çok koparmadık mı?

Şiir, yazılmaktan çok söylenen bir şey. En azından kadim zamanlar bize öyle olduğunu hissettiriyor. Söylenen bir şey, ne demek! Bir sohbet meclisinde, mescitlerde veya akraba buluşmalarında irticalen bir kimsenin şiir okuyabileceğinin mümkün olması. Ben doğrudan bunu anlıyorum. Aklıma Mehmet Âkif’in Safahat’ındaki dizeler geliyor. Ne kadar okunası ve duyulduğunda haz alınası mısralar değil mi? Cami kürsülerinden yükselen seslerin içerisinde de devamlı Âkif’in mısralarını duyarız. Çünkü şiir, aynı zamanda sesli de okunabilecek bir şeydir. Mehmet Âkif’in mısraları zaten milletin maneviyatına karışmıştır diyebiliriz. O hâlde bu sefer Ahmet Muhip Dıranas’tan örnek verelim. Onun meşhur “Kar” şiirini hatırlayalım. “Kardır yağan üstümüze geceden / Yağmurlu, karanlık bir düşünceden” diye başlayan fevkalade şiiri… Nedendir bilmem, bu şiire başladığımda farkına varmadan sesli okurum. Mırıldanarak okumak aynı hazzı vermez. Şiirin de bir tabiatı var. Açmak, söylenmek istiyor. Bir bozlak çığırtmasına karışmak ve bazen de bir âşığın gönlüne dolmak istiyor. Çokça misal vermek mümkün. Halkımız; Karacaoğlan’ı, Yunus Emre’yi kitapları karıştırarak değil, sohbet meclislerinde işitip sevmedi mi?

Günümüzde çokça şiir toplantıları yapılıyor. Bazen birden fazla şâir, şiire dair meseleleri konuşmak üzere dâvet ediliyor. Evet, “insanın bir kalbi vardır ve onu hatırlamalıdır.” Bu yüzden edebî meclisler çoğalmalı, buna bugün her şeyden çok ihtiyacımız var. Ama sorum şu: bu toplantılarda ne yapılıyor? En azından ne yapılmadığını ben söyleyeyim: şiir okunmuyor. Ben şahit olduğum durumları kritik ediyorum. Bu yüzden vaziyetin bütün gerçekliğiyle böyle olduğunu görüyorum. Poetika konuşmaktan şiir okumaya vakit pek kalmıyor. Biraz dikkat edersek göreceğiz ki, şiirlerimiz de kolay kolay ezberde kalmıyor. Yani çağın dilini yakalamak adına atılan adımlar, şiir meclislerimizi gayet tatsız-tuzsuz bir hâle getirdi diyebiliriz. İnsanlar eş-dost-akrabasını alıp “Gel. Bir şâir gelmiş. Gidelim,” dese o şâirimizden duyacağı belki de yalnızca kuramsal ifadeler olacaktır. Zihin ve gönül dünyası şiirin iklimine ne kadar açılacaktır? Çok çarpıcı bir misal vereyim. Bu toprakların yetiştirdiği kıymetli bir zurnazen var. İsmi Binali Selman. Aslında halkımız onun icralarına âşinadır. Yeşilçam filmlerinin birçoğunda onun icraları vardır. Kibar Feyzo da bu filmlerden biri. Yıllar geçmiş, bir NBA oyun tasarımcısı, oyun için Kibar Feyzo’da icra edilen bir müziği seçmiştir. Binali Selman, önce halkına daha sonra dünyaya, bir nevi, ses olmuştur. İşte şiirimizin mahiyeti de bundan farklı değil. Bizim çok güçlü bir âşık edebiyatımız var. Belki poetik anlamda ortaya bir ürün koyamamışlardır ama halkın gönlünde ne güzel yer etmişlerdir. Bence mesele tam olarak budur. Şiirin şuurla bir bağı var. Abesle iştigal etmenin veya şuursuzca cümleler terennüm etmenin bir anlamı yok. “Oku, şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa / Oku, zîrâ onu yazdım, iki söz yazdımsa” diyen Mehmet Âkif, bir anlamda bence şiirin de tarifini yapıyor. Her üç kişiden beşi şâir olan bir millet olduğumuz çokça söylenir. Eğer Sezai Karakoç’un Edebiyat Yazıları’na bir bakacak olursak durum pek de öyle değildir. Ya da Necip Fazıl’ın Çile’sinde ele aldığı şiir ve şâir bahsine…

Aslında hikâyet etmek bile başlı başına bir şikâyet biçimidir. Ben de var olan günümüz meselelerini hikâyet edercesine anlattığım için bir anlamda şikâyetçi durumuna büründüm. Oysa şikâyet etmek, en kolay ve konforlu alandır. Çünkü her şeyde bir itiraz noktası bulunabilir. Peki bunları bile bile neyden yakınıyorum? Belki de çokça şahit olduğum eleştiriler ve yöntemlerden dolayı zihnime doluşanlar var. Bu yazının, başından sonuna kadar, bir müdafaa hüviyetine bürünmesi beni çok rahatsız edecektir. Bizim edebî birikimimiz aciz değildir ki. Sanatıyla, rengiyle çok kuvvetlidir. Günümüzde de bu renk bütün ihtişamıyla mevcuttur. Gelgelelim ben, çok keskin çizgileri olan edebî tavırların karşısında şiirimizin aslında ne olduğunun hatırlatılması kanaatini taşıyorum. Evet, bu yazı başlı başına bu dertten doğdu diyebilirim. Birazcık insaflı olursak göreceğiz ki, günümüzde pek çok şâir bile kendi şiirlerini ezberden okuyamamaktadır. Bu durum, sanat açısından belki çok bağlayıcı bir şey değildir ama benim için çok hassas olan noktalardan birini ifade ediyor. TDK sözlüğünde şiir, “Düş gücüne, hayale, imgeye, gönle seslenen, anı, duygu, coşku uyandıran, etkileyen şey.” şeklinde tanımlanmış. Bu tanımdan da hareketle şiirin ve şâirin kudretini hatırladıkça hassasiyetlerim çoğalıyor. O hâlde İbrahim Tenekeci’nin mısraları imdadıma yetişsin ve son sözler onlar olsun: “Derdimi anlattım Efendim / derdimi anlattım, sözü yormadan.”

 

**

Görsel:https:/tr.wikipedia.org/wiki/Genç_Kalemler

Erkan Terzi
Erkan Terzi
1995 yazında Üsküdar’da doğdu. Sakarya Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği bölümününden mezun oldu. Öğretmenliğinin ilk dört yılını Şırnak’ta geçirdikten sonra İstanbul’a tayini çıktı. Arkadaşlarıyla birlikte Köprü adında bir çocuk dergisi çıkardı. Şiir ve yazıları Hayal Bilgisi, Aydos, Teferrüc ve Beşinci Mevsim dergilerinde yayımlandı. Çocuklar için de hikâyeler yazmaya devam eden Erkan Terzi hâlen İstanbul’da Türkçe öğretmenliği yapmaktadır.
BENZERİ YAZILAR

1 Yorum

5 1 oylama
Yazı Puanı
Yoruma Abone Ol
Bildir
guest
1 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Sinan Ramazanoğlu

İlmi ve edebi gayretlerinin düşünce hayatında terakki etmesi temennisiyle….Yüreği güzel kardeşim Erkan Terzi.

İLGİ ÇEKENLER

SON YORUMLAR