Zamanı mıdır şimdi bilemedim, geçmişe geri dönmenin, vakti midir? Anıları hatırlamak kor ateşi elde tutmak gibi. Fark etmeden yanmayı seçmişim.
Çocukluğum… Sisli bir dağ, ben ise kırık bir ayna. Koşuyorum sisli dağ başlarına, koşmak bir özlem benim için, aynanın kırıklarına aldırmadan koşmak…
Hem gurur duyduğum hem de utandığım bir geçmiş. Hatıra defterinin sahifelerini bazen sevinçle çok zamanda hüzünle çevirdiğimiz bir defter.
Ahh çocukluğum…
Masumiyetimi yanaklarımdan süzülen damlaların anlattığı çocukluğum. Her daim samimi, her daim sahici…
Çocukluğum ve öğrenciliğim…
Bir zincirin ayrılmaz iki halkası gibi birbirine nakışlarla yoğrulmuş bir zaman dilimi. Hem garipliğin hem de yoksunluğun kuvvetli estiği bir rüzgar.
Hemen bitmesini istediğimiz ama saniyelerin günlerle yarıştığı bir türlü geçmeyen Cuma günleri, hep uykusuzluk… Buna karşın hiç bitmesini istemediğimiz gün. Gün hiç bitmesin diye her dakikasına çokça vakit sığdırdığımız bir zaman dilimi: Pazar…
Ve pazartesi, okulun ilk günleri, okul yıllarının en unutulmaz muhabbetlerini yaptığımız zaman ve bu zamanı süsleyen kırık leblebiler..
Her pazartesi akşamı güneş uykusuna doğru yol alırken biz öğrencilerin eskimiş ceketlerinin sağ cepleri hep şişkindir.
Nurlu siması, uzun sakallarıyla eski zamanlardan bir dervişi anımsatan yaşlı amcanın dükkanı.
Diğer dükkanlara nazaran daha aşağıda kalan merdivenlerle inilen bir bakkal. Sanki bilinçli olarak seçilmiş kişiye gururunu ayaklarının altına alması gerektiğini tavsiye eden bir mekan.
Ve o mekanın bize armağanı olan kırık leblebiler…
Elli kuruş karşılığında bir çay bardağı kırık leblebiler bizi hayata tutundururdu. Ne vakit o mütevazi dükkanın önünden geçsek nur yüzlü yaşlı amcanın bize gülümsediğini fark ederdik. Küçücük dükkanının kapısında sanki bizim gelmemizi sabırsızlıkla bir oruç sonrası bayramı bekleyen müminler gibi beklerdi, gelmediğimizde üzülen yaşlı bir bilge…
Yaşlı amcanın kırık leblebileri ile pazartesinin yorgunluğunu atardık. Yaşımızın küçüklüğüne rağmen ceketlerimizin omuzlarına hayatın ağırlığı çoktan sinmişti. Bir o kadar eski ve yıpranmıştı ceketlerimiz; yıpranmıştı ama tertemizdi.
Yıpranmış ceketlerimizin sağ cepleri bizim hayata gülümseyen kapımız olurdu. Kırık leblebileri doldurduğumuz sağ ceplerimiz, bir o kadar mutlu, bir o kadar huzurlu olmamızın sebebi…
Kasaba ile yurdun uzun ve çamurlu yollarında huzur olurdu kırık leblebilerimiz. Hem açlığımızı giderirdik hem de geleceğimizden söz ederdik. Kırık leblebilerimize kırık düşlerimizi sığdırırdık. Her birimizin sevinç dolu düşlerini hiç usanmadan sabırla dinlerdik uzun yurt yolunda.
Şimdi aradan çok uzun yıllar geçti. Ne kasabalarda eski dervişleri anımsatan nurlu amcalar ne de mütevaziliğin simgesi olan merdivenle inilen dükkanlar kaldı. Ve onların bize armağanı olan kırık leblebiler. Bize yaşamak için sebep olan kırık leblebiler kaldı.
Her birisi şimdi birer acı anı olarak tarihin sayfasında yerini aldı. Onlardan geriye kalansa AVM’ler, plazalar ve acı hatıralar oldu. Her hatırlandığında daha çok acıtan hatıralar kaldı.