Kitap Tanıtımı: Taha Abdurrahman,[1] (2023) Hakikat Arayışı (Geleceği İnşa Ufkunda Konuşmalar), İstanbul, Pınar Yayınları, ISBN: 978-975-352-681-4
HAKİKAT ARAYIŞI: GELECEĞİ İNŞA UFKUNDA KONUŞMALAR
Taha Abdurrahman’ın Hakikat Arayışı adlı eseri, felsefi düşüncenin hakikat arayışındaki yerini ve bu süreçte geleneğin, aklın, dilin ve tercümenin oynadığı rolleri detaylı bir şekilde ele alan önemli bir çalışmadır. Kitap, yazarın farklı konulardaki söyleşilerinden derlenmiş olup dokuz ana bölüm ve bir girişten oluşmaktadır. Taha Abdurrahman, düşünce üretiminde muhaverenin (karşılıklı konuşmanın) ve geleneğin rolüne vurgu yaparak, İslam dünyasında felsefi düşüncenin gelişimini değerlendirir ve taklitten uzak, özgün bir entelektüel çabanın gerekliliğini savunur.
Eser, mantık, tercüme faaliyetleri, İbn Rüşd düşüncesi ve sufi epistemolojisi gibi konular üzerinden hakikate ulaşmada izlenmesi gereken yolları tartışır. Taha Abdurrahman, İslam dünyasında özgün bir düşünce geleneği inşa edilmesi gerektiğini ve bunun ancak eleştirel bir bakış açısıyla mümkün olacağını öne sürer. Ona göre düşünce üretimi, salt bir aktarma veya taklit süreci değil, aynı zamanda bir yaratım ve yenilik sürecidir. Bu bağlamda, eserde felsefenin çeşitli alanlarına dair derinlemesine analizler sunulmaktadır.
- Muhavere ve Hakikat Arayışı
Eserin giriş bölümünde Taha Abdurrahman, hakikat arayışında karşılıklı konuşmanın (muhavere) önemini vurgular. “Muhavere, Sadece Muhavere, Başka Bir Şey mi? Asla!” başlıklı bu bölümde yazar, hakikatin ortaya çıkması için konuşan kişinin delillerle gerçeği sunması gerektiğini belirtir. Karşıt görüşte olan kişiye ise konuşmayı sürdürme sorumluluğu düşer. Muhaverenin amacı, kişinin kendi görüşünü karşısındakine kabul ettirmek değil, hakikate ulaşmak olmalıdır. Aksi takdirde, diyalog sadece bir ikna çabasına dönüşür ve hakikate ulaşmayı zorlaştırır.
Taha Abdurrahman’a göre muhavere, hakikat yolculuğunun temel araçlarından biridir ve sadece bir tartışma yöntemi değil, aynı zamanda bir öğrenme ve keşfetme sürecidir. Felsefi düşünce ancak eleştirel ve açık bir muhavere ortamında gelişebilir.
- Gelenek ve Modernite
Eserin ilk bölümü, “Gelenek Meseleleri Üzerine” başlığını taşır. Yazar, “Biz geleneğin içinde, dünyanın içinde bulunduğumuz gibi bulunuruz; onu bir seçim konusu yapamayız ve ondan ayrılamayız.” (s.17) diyerek geleneğin insan zihnindeki kaçınılmaz etkisini vurgular. Gelenekten kopmanın mümkün olmadığını ve kimlik inşasının ancak gelenek içinde gerçekleşebileceğini savunur.
Taha Abdurrahman’a göre, modernite adına geleneği reddetmek aslında bir gelenekten kopmayı değil, sadece başka bir geleneğe yönelmeyi ifade eder. Batı’nın modern düşüncesini benimseyenler de aslında Batı’nın entelektüel geleneğine eklemlenmektedirler. Ancak yazar, geleneğe bağlanmanın onun her yönünü olduğu gibi kabul etmek anlamına gelmediğini, aksine geçmişin ve günümüzün gereklerini dikkate alarak onu eleştirel bir gözle değerlendirmek gerektiğini savunur.
Gelenekle sağlıklı bir bağ kurmanın yolları üzerine dört temel ilke belirler:
ı. Geleneğin metinlerini anlamak için onları inşa eden araçlara yönelmek,
ıı. Yöntem meselelerinde ortaya çıkan yenilikleri dikkate almak,
ııı.Yabancı geleneklerden alınan metodolojik araçları eleştirel süzgeçten geçirmek,
ıv. Okuma araçları konusunda yapılan eleştirilerin tek yönlü olmaması.
- Felsefi Sorunlar ve Özgünlük
İkinci bölümde, “Felsefi Sorunsallar Üzerine” başlığı altında modern felsefi düşüncenin içinde bulunduğu taklitçiliği ele alır. Yazar, Arap dünyasındaki felsefi çalışmaların çoğunlukla batılı düşüncelerin taklidi olduğunu ve bu yüzden gerçek bir entelektüel üretim sağlanamadığını belirtir.
Modernlik iddiasında olan ama özgün bir düşünsel katkı sunmayan kişileri eleştirir ve “Modernliğin hakikati yeniyi ihdas etmektir.” (s.49) diyerek felsefi üretimin esasen yeni ve özgün fikirler üretmekten geçtiğini vurgular.
Arap dünyasındaki felsefi metin yazımının daha çok tarihsel bir inceleme şeklinde gerçekleştiğini ve bu durumun düşünsel üretimi baltaladığını söyler. Argümantatif yöntemin, keşfetme (iktişafi) yönteminden daha zahmetli ama daha verimli olduğunu ifade eder.
- Mantık ve Felsefi Düşünce
Üçüncü bölümde, “Mantık Meseleleri Üzerine” başlığıyla mantığın önemine değinir. Mantığın yalnızca felsefe veya siyaset gibi alanlarla sınırlı olmadığını, her alanda gerekli bir araç olduğunu vurgular. Ona göre mantık, aklın işleyişini disipline eden bir sistemdir ve bu sistem olmadan sağlıklı düşünmek mümkün değildir.
Taha Abdurrahman, mantığın öğretilmesini farz-ı ayın (her bireyin yerine getirmesi gereken bir yükümlülük) olarak değerlendirir. Çünkü mantık, hem düşünceyi hem de dili düzenleyen temel bir unsurdur.
- Dil ve Tercüme
Dördüncü ve beşinci bölümler, “Dil Bilim ve Tercüme Meseleleri Üzerine” ele alır. Taha Abdurrahman, felsefi kavramların belirli bir dil içinde şekillendiğini ve bu yüzden dilin düşünce üzerinde derin etkileri olduğunu savunur.
Tercüme faaliyetlerini eleştiren yazar, Arap dünyasındaki tercüme çalışmalarının “sağır ve kör” olduğunu söyler. Ona göre, başarılı bir tercüme sadece kelimeleri aktarmaktan ibaret olmamalıdır. Aynı zamanda tercüme edilen metnin anlam dünyasını yeni dil içinde yeniden inşa etmesi gerekir.
- İbn Rüşd Eleştirisi
Altıncı bölümde İbn Rüşd düşüncesi üzerine yaptığı eleştirilerle dikkat çeker. Taha Abdurrahman, İbn Rüşd’ün felsefi düşüncede özgünlükten yoksun olduğunu ve Aristoteles’i taklit ettiğini savunur. İbn Rüşd’ün seküler düşünceye hizmet ettiğini ve din ile felsefeyi birbirinden ayıran görüşleri nedeniyle modernist ve seküler akımlar tarafından sahiplenildiğini öne sürer.
‘’Özgün inşa gücüne sahip olmadan modernliğin elde edilmesinin imkânı düşünülebilir mi? Taklitten nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmediğimden ve ümmetin hayatında ondan daha zararlı bir yol görmediğimden İbn Rüşd ve İbn Rüşdçülükten sarfınazar ettim. Çünkü kesinlikle inanmaktayım ki, İslam ümmetinin dirilişi İbn Rüşd düşüncesi yoluyla olmayacaktır. İbn Rüşdçülüğün bu ümmetin geleceğini şekillendirmesi ancak ümmetin kendi kimliğinden uzaklaşması, başka bir kimliği benimsemesi ve o kimlikte erimesi ile mümkün olur.’’ (s. 131)
- Sufilik ve Akıl
Yedinci bölümde “Sufi Epistemolojisi Üzerine” görüşlerini paylaşan yazar, ruhsal tecrübenin akli bilgiyle çelişmediğini, aksine onu tamamladığını savunur. Ona göre ruhsal derinleşme, düşünsel olgunlaşmayı da beraberinde getirir. Bu bağlamda, tasavvufun felsefi düşünceyle uyumlu olduğunu vurgular.
Yazar ayrıca ruhi tecrübeyle insanın idrak güçlerinin birbirleriyle nasıl irtibatlı olduğunu açıklamaktır. ‘’İdrak güçlerimiz birbirleriyle irtibatlıdır ki ne saf bir duygusal güçten ne de saf bir akli güçten ne de saf ruhi bir güçten bahsedilebilir. Bilakis duyusal gücümüze bir parça akıl, keza akli gücümüze bir parça ruh vardır. Bunun aksi de doğrudur muhtelif idrak güçlerimizin arasında böyle bir bağ bulunduğuna göre Ruhi tecrübemizin akli nazarımızı olgunlaştırması mümkündür. Dolayısıyla Ruhi tecrübe akli gücümüzle bağlantısız değildir. Bazılarının batıla saparak zannettiği gibi onu yok edecek mahiyette ise hiç değildir.’’ diyerek ruhi tecrübeyle akıl ilişkisini açıklar. (s.144)
- İslamcılık ve Ahlaki Uyanış
Sekizinci bölümde, İslamcılık hareketlerinin ikinci bir ahlaki ve manevi uyanışa ihtiyaç duyduğunu savunur. Siyasi hareketlerin dini ahlaki değerlerden uzaklaştığını ve İslam’ın etik yönünün yeterince vurgulanmadığını belirtir.
Yazarımız, yöneticiler ve düşünürler İslam’ı muhatapları nezdinde faydalı bir farz değil de faydasız bir nafile sayılacak denli kötü bir şekilde sundukları, Bundan dolayı İslam’ı sunma hususunda yöneticilerin ve İslamcıların hatalarından dersler çıkarmak gerektiğini belirtir. ‘’İlk grubun hatası İslam’ı muhataplarında zaten bulunan değerlere taalluk eden yönleriyle takdim etmek olduğuna göre bizim yapmamız gereken, İslam’da yer alıp onlarda bulunmayan veya bulunmaması muhtemel değerleri sunmaktır. Ta ki ona ihtiyacını idrak edebilsinler. İkinci grubun hatası ise İslam’ın muhatabına şiddet ve hiddet taraflarıyla takdim etmesi olduğuna göre bizim İslam’ın mücadele emrettiği ve muhatabın nezdinde de bulunmayan ve bulunmaması muhtemel güzel usul ve üslubu sunmamız gerekir.’’ (s.155)
‘’İslam’ı sunmadan etki ve işlevsel olan vesilemiz, ancak ve ancak İslam’ın ahlaki ve manevi değerlerini açıklamaktır. Ayrıca Müslümanlar hasımlarının elde ettiği ilmi seviyenin üstünde bir ilmi paye edinmedikçe İslam’ı uyanışın salim kalmasının ve güçlenmesinin mümkün olamayacağını görmek gerekir. Eğer İslamcılar, siyasi meselelere önem verdikleri gibi ahlaki meselelere önem verselerdi, İslam’ın asli ve Kamil bir şekilde inşası etik teoriler hususunda başkalarının ortaya koyamadıklarını koyabilirlerdi.’’ (s.156-157)
- Küreselleşme ve İnsanlık
Son bölümde, küreselleşmenin insanlığın geleceği üzerindeki etkilerini değerlendirir. Küreselleşmenin insanları yok etmeyeceğini, aksine insanlığın küreselleşmeye rağmen varlığını sürdüreceğini ifade eder.
“Korkuya kapılmamıza hüzne boğulmamıza mahal yok. Çünkü küreselleşme yok olacak insan baki kalacaktır”. (s. 167)
Yazara göre; küreselleşmenin insanlık tarihinin gelişiminin sonuçlarından biri değildir. Başka bir ifadeyle tarihi eylemin bir eseri değildir. Esasen o tam aksine tarihi harekete geçiren ve meydana getiren bir eylemdir. Küreselleşmenin, medeniyet tarihi kadar kadim, doğal bir olgunu söyler. (s.168)
Sonuç
Taha Abdurrahman’ın Hakikat Arayışı adlı eseri, yazarın ilmi birikimini ve düşünce dünyasını anlaşılır bir şekilde özetleyen bir çalışma niteliğindedir. Eserde, geleneğin yorumlanışı, felsefi sorunlar, mantık ve dil meseleleri, tercüme faaliyetleri, İbn Rüşd ve sufi düşüncesi gibi konular ele alınmaktadır.
Yazar, hakikate ulaşmada muhaverenin (karşılıklı konuşmanın) önemini vurgularken geleneğin bireyin kimliği üzerindeki belirleyici rolünü ortaya koymaktadır. Ona göre geleneği reddetmek, kaçınılmaz olarak başka bir geleneğe yönelmeye sebep olur. Ayrıca, felsefi düşüncenin özgün üretime dayanması gerektiğini savunarak, Arap felsefesinin taklitten kurtulması gerektiğini ifade etmektedir. Mantığın düşünme sürecindeki zorunluluğunu açıklayan yazar, rasyonalitenin dinamik bir yapıya sahip olduğunu ve sabit bir tanımının olamayacağını dile getirir.
Tercüme faaliyetlerini felsefi düşüncenin gelişimi açısından kritik bir süreç olarak ele alan Abdurrahman, sağır ve kör bir tercüme anlayışının felsefi üretkenliği engellediğini belirtmektedir. İbn Rüşd düşüncesine yönelik eleştirilerinde ise, onun felsefi anlamda Aristoteles’in bir takipçisi olduğunu ve İslam ümmetinin dirilişinin bu düşünce ekseninde gerçekleşmeyeceğini savunur. Son olarak, ruhsal tecrübeyle akli bilginin birbirine karşıt olmadığını, bilakis birbirini besleyen unsurlar olduğunu ifade eder.
Sonuç olarak, Hakikat Arayışı, Taha Abdurrahman’ın bilgi, düşünce ve felsefi yönteme dair temel görüşlerini sistemli bir şekilde aktaran önemli bir eserdir. Yazar, özgün düşünce üretimini teşvik ederken, geleneğe bağlı kalmanın ve muhavere yoluyla hakikate ulaşmanın gerekliliğini savunmaktadır.
[1] Taha Abdurrahman, çağdaş İslam düşüncesinin önde gelen isimlerinden biridir. Felsefe, dilbilim, ahlak ve modernite eleştirisi gibi alanlarda yaptığı çalışmalarla tanınır. Taha Abdurrahman, 1944 yılında Fas’ın El-Cedide şehrinde doğdu. İlk ve ortaöğrenimini Fas’ta tamamladıktan sonra Rabat’ta yükseköğrenim gördü. Felsefe alanında lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladıktan sonra doktora çalışmalarını tamamlamak üzere Fransa’ya gitti. Paris-Sorbonne Üniversitesi’nde doktorasını tamamladı. İkinci doktora derecesini ise Fas’ta, mantık ve dil felsefesi üzerine aldı. Eserleri; Hakikat Arayışı, Bilgi Ahlaktan Ayrıldığında, Ahlaki Sorunsalı, Amel Sorunsalı, Dinin Ruhu, Modernlik Ruhu, Dilsiz Olmaz, Seküler Ahlakın Sefaleti ve Dini Amel ve Aklın Yenilenmesi.